Kutluğhan Şakirov – Edikut. Türkistan Gururu (O’zbekchadan farqli)

747Babamiz ‘’Ümitsiz olan seytandir’’akidesine bir ömür boyu riayet etmis oldugundan,kendi gelecegine inanmayan,helal ve harami ayirmayan,inanca karsi pervasiz,özünü tanimayi istemeyen,hatta çocuklarini geçmis tarihten,köklerinden nasipsiz birakanlari sevmezlerdi. Özellikle,böylelerin aydinlar arasinda çikmasi durumunda,öfkeden adeta kaynar,böyle zamanlarda düsünen ,gerçegi bilen insanlarin merhametiyle’-Vay,böyle alimlere heves eden halkimizin haline!bu aydinlarin isi zor;çünkü bunlar Ibni Sina’nin deyimiyle ‘mürekkep cahilleri’*grubuna girerler ve kendi cahilliklerini anlatmak istemezler’. Bunun için okuyuculara hitaben söylenen 

Deme:Degismez alem,is bitmistir.
Ne olur yarinlarda,kim bilmistir?

misralari bugünün gözüyle baktigimizda,bir müjdeye benziyor…

889
TÜRKİSTAN  GURURU
Kutluğ Han Şakirov
Alihan TÖRE’nin Oğlu
067

Bismillahi’ir-Rahmani’r-Rahim
Ulu tanrımız Allah’a sonsuz şükürler olsun ki; son bir buçuk asır içerisinde hürriyetin o hayat verici şerbetine susayan Türkistan halkının çoğunluğuna hürriyet nasip oldu. Bu sayede şanlı tarihimizi pörsümüş düzmecelerden temizlemeye başladık. Maneviyatımızı iyi niyetlerle incelemekte; gerçek insani değerleri büyüklerimizin mirasından, o doğrultuda yaşamak üzere araştırmaktayız. Bu gayretlerden ve çalışmalardan elde edilecek neticeler; manevi olgunluğu, şuurlu veya şuursuz olarak, maddi gelişmeden daha üstün kabul edegelen ihlaslı halkımız için hava gibi, su gibi gereklidir bu devirde. Şiir mirasından örneklerin verileceği yazar ve şair Alihantöre Sağuni’nin faaliyetleri ve eserleriyle tanışmak ise, sözü edilen fikre en iyi destek olacaktır, inşallah! “Her işe sonunda değer biçilir. Her türlü işin esası, sonundadır” hadis-i şerifinin doğruluğunu tasdik edercesine halkımız, rahmetli babamız hakkında, öncelikle onun eserleri ve çalışmaları ile tanıştıkça bir şeyler düşünmeye başladı. Oysa, tercümesi derin bir ilim ve iğne ile kuyu kazmaya yetecek kadar sonsuz bir sabır isteyen Emir Temur Tarağay Bahadıroğlu’nun kaleminden çıkmış “Temur Tüzükleri”, Ahmed Dâniş’in “Nevâdirü’l Vikâye”, Dervişali Sengî’nin “Musiki Risâlesi” gibi eserlerin Özbekçe’ye çevrilmesi, Ana Türkistan’ın öz medeniyetinin korunması yolunda tarafsız bir şekilde gerçekleştirilecek büyük hizmetlerin başlangıcı idi. Bu eserlerden istifade etme şerefini yakalayabilenler, bu işi en mükemmel şekilde yerine getiren kişinin yalnızca güçlü bir bilge değil, aynı zamanda önemli bir tarihi kişilik olduğunu da fark etmeye başladılar. Bu tür müşahedeleri nasılsa sırlı bir havaya bürüyen sebeplerden biri de, onun hakkında halk arasında bir taraftan “Kâmil bir din adamı”, “Mareşal Baba”, “Çinli General”, “Uygurların hapsedilen padişahı” şeklinde, bir taraftan ise “Sovyet düşmanı”, “Panislamist ve Pantürkist”, “Siyasi kaçak”, “Stalin’in yakını”, “KGB işbirlikçisi”, “Özbek Sovyet casusu” gibi söylentilerin dolaşmasıydı. Hükümet yönetiminde yetkili olarak çalışanlar ise, Alihantöre hakkında genellikle susmayı yeğlemekteydiler.
Alihantöre’nin faaliyetleri hakkında ABD, Türkiye, Çin, Rusya gibi çeşitli ülkelerde basılan bilimsel ve tarihi eserlerde hayli malumat verilmiştir. Bunlar, bizim bildiğimiz kadarıyla, önemli eksikliklerle doludur. Ciddi ve yansız makalaler, ancak son bir iki yıl içinde Orta Asya cumhuriyetleri, özellikle de Özbekistan süreli yayınları arasında neşredilmeye başlandı. Ne yazık ki, bunlarda bile benzeri yanlışlara yol verildi. “Tarih konularında kalem oynatırken, bilim adabına göre, tek bir söz bile eklememek veya eksiltmemek farzdır” diyen babamızın emirlerine riayet etmek, ayrıca şimdiye dek kaydedilen kusurları bertaraf eylemek amacıyla aşağıdakileri açıklama işine giriştim. Ümit ederim ki; bu çalışma, bizde babamız hakkında bugüne kadar yazılan biyografik makalelerin en kapsamlısı olacaktır.
Tarih bilgimize göre; Çar orduları 1881 yılında Türkmenistan’daki Kök Kala istihkamını kanlı savaşlardan sonra işgal ettiler ve bundan sonra çeyrek asır, belki ondan da fazla bir süre devam eden çarpışmalar ve istilaların ardından bütün Türkistan, sömürge haline getirildi. Vatanımızın hürriyetinden ayrıldığı, kulluk karanlığında boğulduğu şu devirde, bir Nevruz günü Kırgızistan’daki Tokmak şehrinde, bir Özbek ailesinin ikinci oğlu, yani benim babam Alihantöre dünyaya geliyordu. Annesinin ismi, Narbüvi olup; maalesef kendisi hakkında bildiklerim şimdilik pek azdır.
Babaları Şakirhantöre, aslen Andicanlı’dır. Kendileri, Nakşibendi tarikatına mensup bir din alimi olup, Şakirhoca İşan namıyla da bilinirdiler. Büyük dedemiz Muhammedhoca, onun babaları Miriiyazhoca ve bu silsileden yirmi küsürüncü dedemiz Kılıç Burhan imişler ki; bunların mezarları bugün hala Özgen şehrinde dimdik ayakta durmaktadır.

Tokmak şehri hakkında birkaç söz:

Bu kent, kadim Türk yurtlarından biri olarak kabul edilen ve Karahanlılar devrinde başkentlik yapmış kutlu Balasagun şehri Kalmaklar’la yapılan benzersiz savaşta harap olunca, onun hemen yanıbaşında kuruldu. Sanki vakitsiz vefat eden anasının başucunda hüzne boğulan vefalı evlat gibi. Babam kendi şehirlerinin geçmişteki az rastlanır ve şanlı tarihini çok iyi bildiği için, ona karşı büyük bir saygı beslerlerdi. Ayrıca sonraları bu mübarek şehrin adını kendilerine mahlas isim olarak da almışlardır. Sovyet şarkiyatçıları “Balasagun var mı, yok mu?” diye tartışırlarken, babamız bizleri doğdukları bu şehrin harabelerine götürmüşlerdi. O yerleri gezmiştik. Burada 70 bin kişi şehit olmuş; onların mübarek kanlarını döktükleri yerlerde diz çöküp oturarak Kur’an okumuş, ruhlarına bağışlamıştık. Yeri gelmişken şunu da söylemek isterim ki; biz Özbekler, yani Özbek Türkleri; 1924 yılında alınan kararla verilen “-istan”ların dar hudutları içinde yaşayagelmiş değilizdir. Bütün Orta Asya bozkırlarında ve hatta daha dışarılarda gezip dolaşmış, büyük millet olmanın şan ve şerefinden nasibini almış bir halkız biz. Eğer saymaya başlayacak olsam göreceksiniz ki, bizim bugünkü cumhuriyetimizin dışındaki şehirlerimiz, kentlerimiz; içeridekilerden çok daha fazladır. Bu şehirlerin şöhretleri de hiç azımsanamaz. Kendisinden bir nişan olarak geride Tokmak’ı bırakan Balasagun da; Taraz (Evliya Ata), Türkistan, Farab, Hocend, Herat, Sayram (Saryam) gibi tam bir Türk yurduydu.

BABAMIZIN ÇOCUKLUK VE DELİKANLILIK YILLARI:

Bu bölüme lirik bir dil kullanarak başlama isteğindeyim; zira okuyucu için de bu makul olacaktır. Tasavvur edelim: Geçen asrın sonlarında avlusu geniş, bahçeli bir Özbek evi. Yer tandırında ateş yakılmış; ninemiz ekmek yapma hazırlığında. Beş yaşındaki oğulları Alihantöre, annesinin etrafında oynayarak dolaşıyor. Anne, bir anlık eve girip çıkıncaya kadar çocuk ortadan kaybolur. Birden bire, damardaki kanı donduracak bir feryat işitilir: “— Eyvah, çocuğum mahvoldu, yandı!”. Yalınayak koşarak çıkan Şakirhantöre, yer tandırına doğru atılır. Gözüne adeta yarı düş gibi görünen tandırın içinde, korların üstünde debelenmekte olan evladını görür. Çekip çıkarırlar. İster inanın, ister inanmayın; çocuk sapasağlamdır ve yanmışlığın izi bile yoktur. Olaya şahit olan aksakallar şöyle demişlerdir: “— Bir keramet hasıl olmuştur, inşallah! Bu oğlan, ateşte yanmaz, suda boğulmaz bir Vatan evladı olacak, garip dinimize kuvvet verecektir!”
Aradan bir yıl kadar geçtiğinde yaşanan başka bir olay şöyle cereyan etmiştir: Kurban Bayramı günleri idi. Bir grup çocuk sevinç içinde, gürültü patırdı çıkararak mescidin yanından geçerler. Bu gruptan sade bir çocuk ayrılıp, caminin giriş kapısının önünde durur. İçeriden gelen ve “hu Allah, hu” makamında söylenmekte olan zikir sesi onun benliğini sarar; bütün vücuduyla birlikte titrer; gözlerinden oluk oluk yaş akar. Bu haldeyken zikir halkasına doğru yaklaşır. Dervişlerden en yaşlısı bunu görür ve çocuğu kucaklayarak zikir halkasının ortasına koyar. Çocuk ancak bundan sonra yavaş yavaş kendisine gelir ve oracıkta incecik sesiyle zikre katılır.
Çocukluk yıllarından unutulmaz bir hatıra olarak kalan başka bir olay da dikkate değerdir. Şöyle ki: Babamız 10-11 yaşlarında dedemizden hediye olarak güzel bir kulun almışlar. Onu şefkatle besleyip, yıkayıp, tarayarak büyütüp de bir tay haline getirdiği günlerin birinde çocuklar koşarak gelirler ve şöyle derler: ““— Alihan! Buradan geçen Rus Kazakları tayını götürüyorlar”. Burada şunu hatırlatmak gerekir ki; Rus Çarlarının şımarttığı Kazakiler, o zamanlarda yerli halka ait arzu ettikleri eve girip, istedikleri şeyi çekip alır; halkın büyük ve küçükbaş hayvanlarının yanında atlarını da sürüp götürürlerdi. Bunların kılıç ve oklarından sağ kurtulan mağdurlar ise, dertlerini kime anlatırlarsa anlatsınlar, faydasız kalırdı.
Böyle bir zulme dayanamayan babamız, dedemizin ve ninemizin feryatlarına aldırmadan, başka bir ata binerek Kazakilerin arkasından yetişir ve can havliyle tayın boynundan sıkı sıkıya kucaklarlar. Yediği dayaktan başı gözü morarıp, kamçı darbelerinden kan revan içinde kalsa da, onu tayından ayıramazlar. Sonunda Kazakiler, ahalinin toplanmakta olduğunu görüp, onca ganimetten vazgeçerek küfrede ede çekip giderler.
Babam rahmetliden geçmişe ait bundan başka ilginç olaylar da işitmiştim. Ancak, sözü edilen bu üç olay, acizane benim yorumuma göre, mantıki bir bütünlüğe sahiptir. Yani bu olaylar, yurdumuzun başına kara günlerin çöktüğü o yıllarda, Ana Türkistan’ımızın bağrında ateşte yanmaz, suda boğulmaz, düşmana baş eğmez evlatlarından birinin aydınlık dünyaya gelmesini sağlamıştı.
İşte böyle bir ortamın hüküm sürdüğü bir devirde Şakirhantöre, evlatlarını esaretin iğrenç etkisinden kurtarmak, ayrıca iyi bir İslami terbiye almalarını sağlamak maksadıyla iki delikanlı oğlu Alimhan ve Alihan’ı Mekke şehrine götürerek okula yerleştirir; kendisi de belli bir süre orada kaldıktan sonra geri dönerler. Tahsil yılları oldukça verimli geçer. O zamanlarda Mekke ve Medine’deki eğitim yurtlarının müderrislerinin ekseriyetinin Türkistanlı olması sebebiyle, babamız gurbette fazla sıkıntı çekmemişler. Yeri gelmişken söylemek gerekir ki; vatandaşlarımız asırlar boyu bütün Arap alemine bilim öğretmiş olup, bu mübarek gelenek bugün bile devam edegelmektedir. İslam medeniyetini bu denli yüksek seviyede geliştirip, insanlık kültürüne de aralıksız şekilde katkı sağladığımıza göre, bundan haklı olarak gurur duymamız lazımdır.
Saygıdeğer pederimiz, yaradılışlarından ilim aşığı oldukları için Mekke ve Medine’deki talebelik yıllarında Arap, Fars ve Türk dillerini fesahat ve belagat derecesinde öğrenebilmişlerdir. İlahi ilimlerden tefsir, hadis; ayrıca fıkıh (İslam hukuku) ve mantık sahalarında eğitim almışlardır. Siyaset ve savaş ilmine duydukları ilgi de bu yıllarda doruğa ulaşmış olmalı ki; babamız boş zaman buldukça Osmanlı Türklerinin askeri bölüklerinin bulunduğu karargaha gider, bazen sabahtan akşama kadar askeri talimleri, çalışmaları, topları ve silahları büyülenmişçesine seyrederlermiş…
Arabistan’daki tahsil belli bir seviyeye ulaşınca, dedemizin teşebbüsüyle bu iki oğlu eğitimlerini Buhara’daki Emir Alimhan Medresesinde devam ettirirler. Bilime bağlılığın derecesi o kadar yüksektir ki; uzun yıllar vatanlarını görmeyen bu iki oğul, eve sokulmaksızın, doğrudan Taşkent’ten Buhara-yı Şerif’e götürülür. Babam burada yukarıda zikredilen ilimlerin yanı sıra; şiir, musiki, coğrafya, hendese, astronomi, tarih ve tıp ilimlerini de en iyi şekilde öğrendiler. Öğrencilik yıllarının bu kadar başarılı geçmesinin sebepleri üzerinde duracak olursak; buradaki birinci müsebbip elbette Allahu Teala ise; sonraki sebepler, o anne babanın evlatlarını Kur’an-ı Kerim’in “İlim öğrenmek erkek ve kadın bütün Müslümanlar için farzdır” buyruğuna uyarak hareket etmek suretiyle bilime ciddi bir şekilde özendirmeleri ve bunun semereli bir neticesi olarak da babamızın kendilerine has ders çalışma metotları ile gayretleridir. Öğrenilen bilgileri yalnızca seher vakitlerinde tekrar etmek; ders çalışırken karnı tok tutmamak; zor konuların çözümlenmesinde başarılı öğrencilerle görüş alışverişinde bulunmak suretiyle sonuca ulaşmak; müderrislere, onların manevi saflıklarına, ilimlerinin derinliğine ve öğretimdeki kalitelerine göre kıymet vermek; hocalara sadıklık; bir dersi tam anlamıyla anlamadan diğerine geçmemek gibi metotlar, babamın kendi söylemesine göre, sözü edilen üslubunun kaidelerinden idi. Oysa, yalnız Şakirhantöre’nin değil, belki de bütün Türkistan ahalisinin bu devirde aydınlığından ümit beslediği Buhara-yı Şerif’teki eğitim öğretim seviyesi, kendi çağdaşlarına göre oldukça gerideydi. Bu konuda kendi hatıraları arasında şöyle sözler bulunmaktadır: “XX. asrın başında Buhara’da yönetim sistemi tamamen çürümüş olup, eğitim öğretim işleri ise Ortaçağdaki gibiydi. İki yüzden fazla medresede pozitif bilimlerle ilgili dersler verilmemekteydi. Bu sahaların uzmanı olan müderrisler, kendi evlerinde gizlice özel dersler verip, başka işler yaparak geçimlerini sağlamaya mecburdular. Emir’in Petersburg’daki patronları ancak böyle bir durumdan memnun olurlardı. Medreselerde oda satın alıp yalnızca namlarını yürütmek, hayattan zevk almanın bir başka türüne dönüşmüştü. Oysa liyakatlı vatan çocukları, değerli ömürlerini rutubetli ve karanlık odalarda, sıkıntı içinde Arap ve Fars dillerini öğrenmek için harcar, harap ederlerdi. Çünkü bütün ders kitaplarımız bu iki dilde yazılmıştı. Temel bilimler bırakılmış olup, öğrencilerin çoğunluğu fıkıh eğitimi alırlardı ki; bu biçarelerin son amaçları kadı olmak ve bu şekilde geçinip gitmekti. Bizimle aynı sınıftan olan Sadriddin Aynî de bu “ebedi talebeler”den olup, zengin molla çocuklarının hizmetçiliğini yapan bir odacıydı. Ağzından sigara düşmez, her boş kaldığında satrançtan ayrılmazdı. Sağlığını da kaybetmişti.
Kendim de bunlar gibi bir yarım molla olmamak için, medrese derslerini en iyi şekilde öğrenmenin yanında, başka fen konularında da, uzman kabul edilen müderrisleri bulup, ücretlerini ödeyip, özel dersler aldım. Resmi ve gayri resmi olarak yasaklanan edebiyatlarla ilgilendim; Türk ve Tatar gazetelerini ve dergilerini düzenli olarak okudum. Şunu bildim ve benimsedim ki; gerçek bilimadamı olabilmek için beşikten mezara kadar olan vakit içine dinlenmeden okumak, okumak ve bu altyapıyla çalışmak lazımdır”.
Velhasıl, XX. asrın 10’lu yıllarının başında bu ağabey kardeş, Buhara’daki eğitimlerini tamamlayıp, hocalarının hayır dualarını alırlar. Babamız, öğrendikleri bilimler içinden birinde pratik uzmanlık seviyesine ulaşmışlardı. Bu dal meşhur Doğu Tıbbı’ydı.
Anlattıklarımızın bu bölümünü yukarıdaki sözlerle sınırlı tutmamız halinde, Alihantöre öğrencilik yıllarında etrafındaki olaylardan uzak durup sadece ilim öğrenmekle uğraşmışlardır, şeklinde eksik bir sonuca ulaşılabilecektir. Onun için ilave etmek isterim ki; bahsedilen dönemde babam genç olsalar da, aynı zamanda gayretli bir sosyal bilimci olarak da yetişmişlerdir. Mesela, onun kendi örnek hayatı ve girişimleri sayesinde öğrencilerin hocalarıyla ilişkileri ciddi olarak düzelip, çoğu medrese arasındaki kopuk münasebetler de olumlu yönde değişmeye başlamıştır. Buna da bir olay vesile olmuştu. Bir gün, her zamanki günlük derslerin bitiminde talebelerden birisi, o anda orada bulunmayan uzman müderrislerden biriyle kalabalığın içinde, kendisinin fiziksel noksanlığını öne sürerek “zenci” diye alay eder ve ona hakaret etmeye başlar. Babamız bunu engellemek isterler. Aralarında sert bir kavga başlar; bu ikisi kan revan içinde kalıp ölecek duruma gelmelerine rağmen dövüşmeye devam ederler. Sonunda diğerleri bunları ayırır. Gürültüyü işiten baş müderris geri döner ve dilini yutmuş gibi duran öğrencilerini azarlar. Bir talebe kavganın hangi sebepten çıktığını açıkladığında, müderriste büyük bir değişme olur. Durduğu yerde diz çöküp, herkesin önünde her tarafı mosmor olmuş şakirdin karşısına kadar diz üstünde yürüyerek gelir ve onun ellerinden öper. Gözlerinden oluk oluk yaş boşanırken boğuk bir sesle şöyle der: “Alihan, büyük bir alim olacaksın! ‘Rengi kara da olsa benim sevgili üstadımdır’ diyerek benim için kavga etmişsin. Ben artık senin üstadın değil, kara kulunum!” Üstat ve talebe karşılıklı ağlaşırlar; bunlara orada toplananlar da katılır ve topluca duaya el açılır. Bu günden itibaren medresede ortam iyice samimileşmeye başlar…
Bundan başka, babamız Buhara’daki Sünni mezhebine mensup talebeler tarafından kabullenilmiş yürekli önderlerden biriydi de. Bu devirde devlet dairelerinden Buhara halkına kadar her yerde yayılmakta olan Şiilik ile mücadelede talebe hareketleri etkili bir rol oynuyordu. Babam rahmetli bu hareketlerin en önünde, hayati tehlikesi en fazla olan saflarında olmuşlardır. Ancak, aradan çok geçmeden, mezhep çatışmalarının Müslümanları gerçek düşman karşısında zayıf düşürdüğünü anlayıp, bu konudaki zıtlıkların gündemdeki siyasi durum içinde üçüncü, dördüncü sıradaki meselelerden olduğunu kabul ettiler ve Müslümanlar arasındaki birliğe her şeyden fazla önem vermeye başladılar. Mevcut siyasi hareketlerin ve partilerin prensiplerini dikkatle öğrenmiş olsalar da, herhangi bir parti veya teşkilata üye olmaktan uzak durdular. Avrupa hayranlığının şuurlu bir karşıtı oldukları için, Batı Sosyal demokrasisinin ve onun Bolşevik Rus varyantının da ülkemiz için en zararlı, Türkistan için tamamen yabancı bir sistem olduğunu savundular.
Kendi şehirleri olan Tokmak’a geri geldiklerinde, büyük bir dini eğitim faaliyetiyle samimi olarak uğraştılar. Geçimlerini ise helal baba mesleği olan çiftçilik ve hekimlikle sağladılar.
Bu arada Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla Çar idaresi yerli ahaliyi cephe gerisinde (veya bizzat cephede) kullanmak için seferberlik ilan etti. İşte böyle bir siyasete kesin olarak ve açıkça karşı çıkan babamız, ahaliyi boyun eğmemeye ve evlatlarını vermemeye çağırırlar. Bunu bahane bilen Çarın gizli polisi, baskı faaliyetlerine başlamışsa da, halk tepkisinden korkarak babamıza bir zarar veremediler.
1916 yılında Türkistan’da Çarlık Rusyasının zulmüne karşı seri halk ayaklanmaları oldu. Babam, Kırgızların silahlı başkaldırı hareketlerine faal olarak katıldılar; ancak ayaklanma vicdansızca bastırılınca siyasi kaçak olarak Kaşgar’a gitmeye mecbur oldular. 1917 yılındaki Ekim İhtilali’nden sonra Bolşevikler, hürriyetler konusunda vaatlerde bulunup, bunu bütün dünyaya ilan edince, babamız da ümitlenerek vatana geri dönerler. Ancak çok geçmeden gerçeklerin tamamen farklı olduğu ortaya çıkar. Sınıf mücadelesinin gerçek hayattaki görüntüsü olan kızıl terörün saçtığı dehşet neticesinde, yerli halkın bütünüyle katledilmesi, dindar ve genel olarak bütün okumuş zümrenin sistemli olarak yok edilmesi, meydana getirilen yapay bir açlıkla ahalinin ekonomik açıdan yeni idarenin hiçbir hakka sahip olmayan kulları haline dönüştürülmesi gibi dehşet verici faaliyetleri gören ve en önemlisi halkın ekseriyetinden farklı olarak bunu en iyi şekilde fark eden babamız, Sovyetlerin tabii düşmanlarından biri haline gelirler. İşte bu yıllarda başından geçenleri hatırlayıp yazdıkları hatıralarından küçük bir örnek: “1919 yılının sonlarında Bişkek’e bağlı Karabalta, Aksu ve on sekiz Rus köyü birleşerek komünistlere karşı ayaklandı. Zenginlik içinde yüzen Bişkek ve Sokuluk Dunganları da, işin sonunu düşünmeden bu harekete katıldılar. Neticede suç bütünüyle onların üstüne kaldı ve ağır eziyetleri de onlar gördü. Öyle ki, ahalisi beş yüz haneye ulaşmayan Bişkek ve Sokuluk Dunganlarından sekiz yüz kişiyi sürükleyerek getirip pazar yerinin ortasında kurşuna dizdiler. Bunların içinde kurşun isabet etmeyen veya yaralı olarak kurtulanları kızıl askerler süngüleriyle öldürdüler. Ayaklanmacıların merkezi olan ve beş bin kadar halkı bulunan Aksu köyü Ruslarından ise, ölüm cezasına çarptırılanların sayısı otuzu geçmiyordu.
Sokuluk Dunganlarına konuk olmuş, çok iyiliklerini görmüştüm. Bunların içinde güvendiğim öğrencilerim ve dostlarım da çoktu. Böyle bir zamanda yanlarına gitmek tehlikeli de olsa, yerimde oturmaya dayanamadım ve üç dört öğrencimle bir araba adam olup Sokuluk’a doğru yola çıktık. Yaklaştıkça burada gözümün gördüğü moral bozucu manzaraları dil söylemeye, kalem yazmaya tahammül edemez. Mahallelerindeki sokaktan geçerken, etrafa saçılmış kalıntıları, savrulup gitmiş eşyaları, ateşe verilmiş, yakılmış binaları, bunlar gibi mahvolarak viraneye dönmüş evleri gördük. Bütün bunları görüp, daha göz yaşımız kurumamışken mazlum insanların kanlarıyla boyanmış Sokuluk köyüne girdik. Bu olay olup bitip, biz ancak arkasından ulaştığımız için Müslümanların öldürüldüğü, saldırıya uğradığı sokaklardaki kanlar temizlenmiş olsa da, başka işaretler yok olmamıştı. Muhafızlar bizim başka taraftan geldiğimizi görünce, önümüzü kesip işlemlerine başladılar. Ölenlerin eşleri, kızları, yetim kalan çocukları için yanımızda getirdiğimiz bazı eşyaları ve giysileri gösterip, yardım için geldiğimizi bildirdik. Sonra yol kağıtlarımızı kontrol edip, bize izin vermişlerse de, tam olarak inanmadıkları için aramızda epey bir konuşma geçti. Öyle ya; esaret altında ezildiğiniz bu yıllarda, galibiyetin zulmüyle gururlanan, her bir ferdinin burnundan domuz kurdu düşecek derecede kibirli olan bu güce karşı ne diyebilirdiniz ki…
Düzenli bir orduya, silahlı güçlere, dilleri başka, dinleri başka bir topluluğa, elleri bomboş insanlar nasıl karşı dursunlar?! Bu aleme Allah tarafından gönderilen büyük peygamberlerin bile, bu tabiat kanununa boyun eğmekten başka çareleri yoktur.
Savaş sanatının kanunlarına göre; askerin sayısının, gücünün, silah teçhizatının ve askeri disiplinin en azından düşmanınkinden zayıf olmaması birinci şarttır. Eğer bu şartlar yerine getirilirse, bu durumda dine ve milliyete yapılan hakarete boyun eğmemek, düşmana karşı silaha davranmak elbette farz olur. Şartların sağlanmaması halinde ise, kendini boşu boşuna ateşe atmak demek olan savaştan sakınmak, geçici olarak sabretmekten başka çare yoktur.
Derken, galip düşmanımızın elinden bir şekilde kurtulduktan sonra yardım için getirdiğimiz az buçuk eşyamızı dağıttık. Ölenlerin ailelerine göz yaşlarımızla Kur’an okuyup, onları teselli ettik. Bu faydasız harekette benim kendi öğrencilerimden yirmiden fazla kişi şehit olmuştu. Bunların en büyüklerinin yaşı otuzu geçmemişti…” Tabi ki ülke halklarına hakim olanların eziyeti babamız üzerinde de uygulandı. “Kara liste”ye alındıkları malum olunca, yakın dostları ve mahalle halkının tavsiyeleri üzerine tekrardan Kaşgar’a hicret etmeleri uygun görüldü. Tahminen bir yıl sonra geri döndüler. Bunun sebebini yazdıkları satırlarda kendileri şöyle anlatıyorlar: “Bu yerde ne kadar dursam da, benimle işbirliği yapacak, gelecek hakkında ıstırap duyan, bir kişi olsun, göremedim. Afganistan ve Hindistan hudutlarındaki boşluktan faydalanıp o taraflara geçmeyi düşünmüş isem de, yalnız hayatta kalma düşüncesiyle, çoluk çocuğumdan ayrılıp, sevgili vatanımı düşman elinde bırakarak gitmeyi kendime yakıştıramadım. Şunu bilmek gerektir ki; Kur’an’ın hükmünü, Resulullah’ın yolunu doğru anlamayarak dine ihanet eden, iki dünyasını da kaybedip öz vatanında aşağılanma görerek yaşayan sahte Müslümanlara göre; ilmi, fenni, medeniyeti iyice öğrenip, bütün haklara sahip olan kâfirler, elbette yeğdir. O gün Uyguristan’ı kaplayan şuursuzluk belasını görünce, buradan ümidimi kesip, çaresiz tekrar alevlenmiş bir fitne ocağının içinde yanmakta olan öz yurdum Tokmak’a geri döndüm. Gördüm ki, gölgesinden korkan tavşan gibi her yerde kaçıp pısarak yaşayan, hiçbir hakka sahip olmayan insanlar burada da az değil. Bunlar gibi ben de şehrin dışındaki Şortepe denilen Dungan köyüne yerleşip, çiftçilikle geçimimi sağlamaya karar verdim.”.
Ancak iyice güçlenen Sovyetlerin (Kırgızistan’da çoğunlukla komünistleşen Rusların) hakimiyeti altındaki ahalinin hayat şartlarının gittikçe kötüleşmesi ve bu insanların acınacak durumlara düşmeleri, babamızı yine benzersiz ve tehlikeli bir mücadele girdabına itti. Bu konudaki faaliyetlerinin esasen iki boyutunu biliyorum. Bunlardan birincisi; kağıt üzerinde de olsa kabul edilmiş vicdan hürriyetine dair haklardan faydalanıp, İslam dini ve medeniyetini devletin siyaseti makamlarındaki ateizm denilen yabani dinsizliğin küstah hücumlarından korumaktı. Bunu hayata geçirmek için Nakşibendi tarikatının talebelerinden muvakkaten istisna olarak, halkın isteği üzerine Tokmak’ın büyük camisine imam olurlar ve birçok zorluğa, baskıya rağmen İslam’ın etkisini güçlendirmekte büyük ölçüde başarılı olurlar. Aynı zamanda, Resul-i Ekrem’in öğütlerine tam manasıyla riayet ederek, kendi devirlerindeki toplumsal durumu dikkatle tahlil eder, ayrıca minberde konuşabilme imkanını da iyi kullanıp ahalinin siyasi bakışını aydınlatmak için de dinlenmeksizin gayret gösterirler. Özellikle Kokan muhtariyetinin teşkil edilişi ve sonra Bolşevikler tarafından zorbaca yok edilişi, basmacılık adı verilen silahlı halk hareketi hakkında tarihi delillerle ispatlanan yazılı hatıraları, bugün bile değerini kaybetmiş değildir. Babamızın fikrine göre; ayaklanmacıların, ne yazık ki, bağımsızlık mücadelesi konusunda tam bir planları yoktu; önderlerinin çoğunun siyasi seviyesi düşüktü ve bunun neticesi olarak da özgürlük hareketinde birlik de mevcut değildi. Sonuç olarak Sovyetler, kendi elimizle kendimize zincir vurdurmayı başarmışlardır.
Babamızın bahsedilen devirlerdeki faaliyetleri, yalnızca dinin korunmasına yönelik açıktan yapılmış işlerle sınırlı kalmamıştır elbette. Merhum Azizepaşşe annem bana sözlü olarak demişlerdi ki; babamız Kasımovcular Hareketi olarak nam salan vatanseverlerin gizli faaliyetlerine de katılıp, bu teşkilatın Bişkek ve Tokmak temsilcisi olmuşlar. Ben sadece bu hareketin resmi edebiyatta devrim karşıtı olarak değerlendirildiğini ve Çekistler tarafından ortadan kaldırıldığının kaydedildiğini bildiğimden, ayrıca babamın bu teşkilatın saflarında yaptığı işler hakkında yeterli bilgiye sahip olmamamdan dolayı bu konuda tahmini sözlerle fazla kelime sarf etmeyi doğru görmedim. Yalnızca belirtmek istiyorum ki; babamız bağımsızlık için mücadeleden; amacı tam olarak belirlenmiş, belirli bir düzeni olan ve fedakarlık ruhuyla donatılmış bir hareketi anlamışlar; böyle bir imkan doğduğunda ise hiçbir zaman bir köşede sükut ederek bakıp durmamışlardır.
1930 yılına gelindiğinde altıncı defa olarak hapsedilirler. Öncekiler kısa süreli olsa da, bu sonuncusu on yıllık bir hapis cezasıdır. Bu zamanlarda hükümlüler Solovki ve Arhangelsk taraflarındaki gidenin geri gelmediği hapishanelere gönderilmeden önce, Taşkent sınırlarındaki toplama kampına kapatılırmış. İşte bu şekilde sürgün edilmelerine sayılı günler kala, Allah’ın yardımıyla Bişkek hapishanesinden kaçmaya muvaffak olurlar. Gizli gizli yol alıp, çok meşakkat ve zorluk çektikten sonra, sınırı geçip yine Doğu Türkistan’a (Uyguristan’a) ulaşırlar. Çin hükümetine bağlı olan bu ülkenin Gulca şehrinde durur, belli bir vakit geçtikten sonra, yine dostlarının yardımıyla büyük paralar karşılığında ailesini de yanlarına aldırırlar. Asıl niyetleri bunca azap çektikten sonra Türkistan’dan ayrılıp tamamen Arabistan taraflarına gitmek olmasına rağmen, buradaki siyasi durumun iyice kötüleşmesi ve sınır boylarının sıkı sıkıya kapatılmış olması sebebiyle, buraya yerleşmek zorunda kalırlar. Doğrusu, bu devirdeki SSCB liderleri dünya proleter devrimini sadece arzu etmiyor, bunu yapay olarak başka ülkelerde de sağlamanın siyasetini güdüyorlardı. Yüzölçümü Özbekistan’dan en az iki kat büyük olan Doğu Türkistan, Çin’in en uç noktasındaki, Sovyetlere komşu batı bölgesi olarak, bu siyasetin sınandığı bir deney meydanına dönüşmüştü. Yerli hükümet, merkezin gafleti sebebiyle, SSCB’de gizlice okutulup hazırlanan veya zaten kızıl ideale sahip Sovyetçi kimselerin eline geçti. Buranın bütün dükkanları, bütün pazarları ucuz ve kaliteli Sovyet mallarıyla dolduruldu; her tarafta SSCB’deki cenneti andıran hayat tarzı hakkındaki propagandalar artırıldı. Oysa tam bu zamanlarda, dünyanın ilk proleter devletinde kıtlık ve açlık hüküm sürüyordu.
Ne olursa olsun, babamız kısa sürede bilimle hareket eden bilgeliği, fazileti, cesur bir insan olması ve hastalıklara şifa bulan bir hekim olması sebebiyle çoğunluğun itibarını kazanabildiler. Özellikle Özbeklere yakınlık konusunda bir eşi daha olmayan kardeş Uygur halkı ondan samimiyetini esirgemedi, onu başına taç etti. Babamın halkın gözündeki mevkileri, özellikle bütün Müslümanlar ve diğer milletlerin arasında hem güveni ve hem de fikir birliğini sağlamakta gösterdikleri fedakarlıklar neticesinde iyice güçlendi. Bu makama ulaştıklarında, halkın önüne her çıktıklarında hürriyet için mücadele etmek konusundaki gayelerini açık açık anlatmaya başladılar. İşte bu sebepten dolayı, babam 1937 yılında Uyguristan’ın diktatörü ve aslında Sovyetlerin kuyruğu olan maceraperest Çinli general Şen Şitsay tarafından hapse atılıp, sorgusuz mahkemesiz ömür boyu hapis cezasına çarptırıldılar. Ailesine büyük zulümler yaşatılıp, malına mülküne el konuldu.
“1937 yılı” denen meşhur tarih okuyucularımızın dikkatini çekmiş olmalı! Devrimin ithal edilmesi öncelikle kızıl terörün getirilmesiyle başlamıştır. Baskı sistemi o kadar iyi işlerdi ki, Doğu Türkistan’daki öğrencilerine Moskova’daki GPU (Glavnoye Politiçeskoye Upravleniye) öldürülmesi, saldırılması lazım gelen “Halk düşmanları”nın (!) listesini verir, bunun icra edilişinin örneklerini de yerinde gösterirdi. İşte bu kapsamda sadece Gulca şehri itibariyle Sovyet Türkistan’ından kaçmış iki yüzden fazla zavallı muhacir vardı. Bunların hepsi bir gece içerisinde hapse alınıp listeyle karşılaştırıldığında bir kişinin eksik çıktığı görülür. Bu eksik bizim babamız olup, kendileri bu cellatların gelmesinden birkaç dakika önce büyük ağabeyim Asılhan’ın haber vermesiyle evden iç giyimleriyle kaçmışlar. Bütün ülke çapında arama emirleri çıkarılır. Belli bir süre sonra bir sınır kasabasında casuslar tarafından yakalanırlar. Buna rağmen cezaevine ulaşıncaya kadar, yol boyunca onu sırtlarına tabanca ve tüfek dayamak suretiyle getirmişler. Bir tek Özbek çocuğundan düşmanların nasıl korktuğuna bakar mısınız!
Velhasılıkelam, 1941 yılında kendini şöyle böyle toparlayan merkezi Çin hükümeti tarafından yürütülen adli soruşturmalar neticesinde babamız hapishaneden çıkarlar. Halk onu çelik iradeli bir kahraman olarak karşılar. Çünkü babamız hürriyet için mücadele yolunda zerre kadar geri adım atmamışlardır.
Bu yıllar SSCB’nin ölüm kalım savaşı ile meşgul olduğu, ülkede siyasi ve ekonomik bunalımın yaşandığı yıllardır. Şen Şitsay idaresi çökmüş; halk galeyana gelmiş olup, silahlı ayaklanmalar baş göstermekteydi. Babamız taraftarlarını gizli bir “bağımsızlık cemiyeti” etrafında toplayıp, vatanseverler arasında bir hareket birliği sağlarlar. Bu cemiyetin önderliğini yaptığı 7-10 Kasım 1944 silahlı ayaklanması neticesinde Gulca şehri özgürlüğüne kavuşur. Üstünden sadece iki gün geçtikten sonra, Doğu Türkistan İslam Cumhuriyetinin kurulduğu törenlerle ilan edilir. Babamız, oy birliğiyle on iki bakanlıktan oluşan inkılap hükümeti başkanlığına seçilirler.
Artık Sovyet hükümetinin de tavrı değişmiştir. Böyle zor bir dönemde doğu sınırlarına doyumsuz Çinliler tarafından bir zarar verilmesini önlemek için, yeni kurulan İslam devletini gizli olarak destekleme siyasetini benimserler. Cumhurbaşkanı olarak babamız, uzman bir toplumbilimci ve devlet adamı gibi hareket ettiler. Onun önderliğindeki tam anlamıyla milli olan hükümet, kısa süre içinde bağımsızlığı arzulayan halkın menfaatlerine uygun, önemli icraatları hayata geçirdi. Irk, millet, cinsiyet ve inanç ayırımı gözetmeksizin her kişiye özgürlüklerinin teslim edilmesi, toplumsal teşkilatların kurulması, halktan alınan vergilerin yarı yarıya azaltılması ve eski idarecilerin temelini attığı ekonomik çalışmaların bitirilmesi bu icraatlardandır.
Babamız 1945 yılının 8 Nisanında kurulan Doğu Türkistan milli ordusunun teşkilinde de baş rolü oynamışlardı. Gulca ayaklanmasının üstünden beş ay geçtiğinde dağınık ve düzensiz direnişçi gruplardan düzenli bir ordu kurmak mümkün olmuştu. Halkın milli bağımsızlık ruhu, aynen önderleri gibi coşkun idi ki; genel seferberliğin ilan edilmesinin hemen ertesi günü askere yazılmak için yüz bine yakın kişi başvurdu. Bunların çoğunluğu atlı olup, savaş çağrısını işitip gelmişlerdi. Silahlar, yarı gizli olarak Özbekistan ve Kazakistan yoluyla SSCB’nin ilgili idarelerinden nakit altın ve mal karşılığında satın alınmaya başlandı. Çin kuvvetleriyle yapılan ilk çarpışmaların ardından elde edilen çok sayıdaki askeri ganimetler, genç milli ordunun silahlandırılması meselesini epeyce yoluna koydu. Bu inkılap ordusunun kendi içinden Gani Batur (Uygur), Fatik Batur (Tatar), Osman Batur (Kazak), Ekber Batur (Kazak), General Palinov (Rus) gibi korkusuz, cesur ve becerikli kumandanlar yetişti; Allah onlardan razı olsun.
Ateşli ayaklanma günlerindeki dehası ve elde edilen zaferi sağlamlaştırmadaki askeri yetenekleri herkes tarafından kabul edilen babamız, cumhuriyet silahlı kuvvetlerinin dayandığı bir dağ gibi olup, milli ordunun savaşçılık kabiliyetini, özellikle de manevi ruhunu yükseltmek için büyük fedakarlıklarda bulunmuşlardır. Bizzat katılımlarıyla hazırlanan askeri operasyon planları, her zaman başarıyla uygulanırdı. Burada babamızın başka bir eşsiz özelliğinden söz etmek gerekirse söylemek isteriz ki; o devrinin benzersiz hatiplerindendi. Arap, Fars ve Türk dillerinin her lehçesi ve her şivesinde bülbül gibi şakıyabilir ve bu dillerde arslan gibi nara atabilirlerdi. Bilhassa ana dillerinin, bizim henüz ulaşamadığımız sınırsız imkanlarından faydalanıp öyle düzgün bir üslupla konuşurlarmış ki; kendi milletinin dışında, Türkçe’den biraz olsun haberi olan dinleyiciler, onu rahatlıkla anlarlarmış. Bu çalkantılı devrin birçok şahidinden biri olan Uygur yazar Abdukadir Zünnun şöyle demişti: “Töremin konuşmalarını dinlemek için binlerce insan toplanırdı. Söze başlayacağı zaman, etrafa sinek uçsa sesi duyulacak kadar büyük bir sessizlik çökerdi. Konuyu dinleyicilere hemen beyan eder; ayrıntılarını kendi bildiklerine veya hükümet emirlerine göre değil; Kur’an-ı Kerim’deki ayetler ve peygamberimizin Hadis-i Şeriflerine göre açıklarlardı. Ayrıca söylediklerini eski ve yakın tarihimizden reddedilemeyecek deliller göstererek destekler ve elbette konuyu günlük olayların önemli meselelerine, konuşmanın genel çerçevesine uygun olarak bağlarlardı. Yapılması gereken kati vazifelerden bahseder, bunları başarıyla yerine getirme yollarını gösterir ve dinleyicilere coşkun bir ruh vererek buna inandırırlardı. Konuşma sırasında bağımsızlık yolunda fedakarlıkta bulunanlar ve bulunmakta olanların şerefli adları mutlaka zikredilir ve dinleyiciler bundan öyle çok etkilenirdi ki; yüksek binalara, ağaçlara çıkmış olanlar duygu yoğunluğundan dolayı kendilerini aşağılara atarlardı”.
Yirmi bir Sovyet askeri nişanı sahibi olan ve o devirde Doğu Türkistan’a askeri uzman olarak giden Taşkentli Talibcan eke Abidov şöyle diyor: “Alihantöre cenapları, cengin başlamasından önce askerlere konuşma yaptıkları zaman, yiğitlerin gözlerinden ateşler fışkırır, konuşma çabucak bitse de bir an önce savaşa başlasak diye düşünürlerdi. Hücum emrine kadar onları zor durdururduk. Savaşçılık ruhu ve zafere olan inanç doruklara ulaşırdı. Töre babam, savaşlar görmüş gerçek bir kumandandılar ve benim gıpta ettiğim yönü odur ki; liderler arasında en talihlisi idiler. Çünkü her asker onu sınırsız bir sevgiyle sever, ona saygı duyar ve hatta ilahi bir güce sahip olduğuna inanarak itibar ederdi”.
Neticede milli ordu müthiş savaşlarda artarda zaferlere ulaşıp şan ve şeref kazandı. Bunlardan birinde, 1945 yılında bu ordu asker sayısı itibariyle üç kat daha az olmasına rağmen, merkezi Çin hükümeti tarafından gönderilen tam teçhizatlı seksen bin kişilik Çin ordusunu tarumar etti. Halka ve orduya yaptığı hizmetlerden dolayı Doğu Türkistan hükümetinin aldığı karar uyarınca babamıza mareşal unvanı verildi. Kısa süre içinde onu bütün ülke halkı “Mareşal Baba” olarak adlandırmaya başladı.
Doğu Türkistan olaylarına ait destan oldukça uzun olduğundan, anlattıklarımızı özetleyecek olursak, “Üç Vilayet İnkılabı” diye ünlenen, rahmetli babamızın önderliğindeki milli bağımsızlık hareketinin Şincang’ın geri kalan kısmında da kısa sürede başarıya ulaşacağından korkan Çan Kayşi hükümeti barış görüşmelerine oturmaya mecbur oldu. Ancak, olayların bu boyuta ulaşması, yani bağımsız bir Türkistan devletinin kurulması, yeniden iktidara gelmekte olan Mao Ze Dung komünist hükümetinin ve bunları besleyip ortaya salan, ileriyi göremeyen Sovyetler Birliğindeki hocalarının hoşuna gitmedi. Neticesinde, haince düzenlenen uğursuz bir planla babamızı 1949 yılı Haziranında önce aldatarak, sonra ise silahlı zorlamayla Gulca’dan çıkarıp götürdüler. Asıl planları onu gizlice yok etmek olduğu halde, bundan Allah korudu ve iki yıl boyu babamızı ev hapsinde tuttular. Sonradan öğrendiğimize göre milli ordu birliklerimiz babamızın geri verilmesini istemişler. Bilhassa Kazaklardan oluşan ordularımızın bunda inat ettiklerini, Osman Batur önderliğinde uzun süre silahlı çatışmalarda bulunduklarını biz sonradan öğrendik. Babamızın ruhları ve soyundan gelenler adına, bu benzersiz mücadeleye girişen ve bu yolda kurban olan kahraman Kazak kardeşlerimize geç de olsa, sonsuz minnettarlığımızı bildirip, aziz hatıraları önünde ebediyete kadar baş eğiyoruz.
Babamızın son otuz yıllık ömürleri Taşkent’te geçti. Siyasi faaliyetlerden mecburi olarak uzaklaştırılsalar da; bilimsel, sanatsal ve toplumsal faaliyetlerini kararlılıkla devam ettirdiler. Makalemizin başında kaydettiklerimizden dışında, meşhur Macar şarkiyatçı Herman Wambery’nin eseri olan “Buhara yahut Maveraünnehir Tarihi”ni Osmanlı Türkçesi’nden Özbekçe’ye aktardılar. “Tarih-i Muhammediye”, “Türkistan Kaygusı” gibi önemli eserler yazdılar. Sözü edilen eserleri, gelecek nesillerin maneviyatını çöküntüden koruma; fazilet medeniyetimizdeki ezeli değerleri İslam kültürü ve yakın tarih dersleri vasıtasıyla muhafaza etme yolunda girişilen büyük cihat olarak görmemiz gerekmektedir. Diğer bir eseri olan “Şifâü’l- İlâl” (hastalıkların çaresi), Doğu tıbbının yüzlerce yıllık tecrübesi ile 1937 yılında yazılmış olup, defalarca el konulmuş eşyaları arasından sağ salim kurtulmuş ve bizler için gerçekten önemli bir kitapçıktır. Diğer bilimsel ve sanatsal mirasları gibi bu kitapçığı da bastırıp, halkımıza ulaştıracağız. Bu konuda da vatandaşlarımızın hayır dualarını bekliyoruz.
Babamız ömrünün son günlerine kadar eğitim faaliyetlerine ara vermediler. Bu devrin kızıl ideolojiye hizmet eden kanunlarının takibine rağmen, insani cesaret ve İslami içtihatla, hocalarına verdiği sözlere de vefa örneği sergileyerek; dini ve dünyevi ilimleri öğretmeye devam ettiler. Talebe seçmediler. Bunun için olsa gerek, bu yıllarda ondan daha okuma yazma bile bilmeyen öğrencilerin yanında tahsilli akademisyenler de birlikte eğitim aldılar. Evrensel bir eğitim metoduna sahiptiler. Bu çalışmaları zayi olmadı. Hayır dualarını alan öğrencileri kendi vatanlarına (yani, Kırgızistan, Kazakistan, Tacikistan, Dağıstan, Özbekistan gibi ülkelerin şehir ve köylerine) döndüklerinde, hocalarının işlerini devam ettirip, dini okullar açarak bilgi dağıtmaya başladılar. Babamızın öğrencileri bugünün Özbekistan’ının ve İslam dünyasının önde gelen bilimadamlarının safında hak din yolunda samimi olarak hizmet etmektedirler. Müspet ilimlerle uğraşan bilimadamları arasında, babamızdan ders alanların içinde jeologlar çoğunluktaydı. Akademisyen Gani Mevlanov, bugün fen bilimleri doktoru olan Seydarif Kasımov, Kazak akademisyen Akcan Meşenov gibi beyleri iyi hatırlıyorum. İlk önce zikredilen iki üstat ve talebe Özbek bilimadamları gerçek milliyetperver insanlar olup, kendi sahalarında ses getiren yeniliklere imza atmış alimlerimizdir. Akcan Bey ise, Farabi ilmi konusunda kendine gerekli bütün incelikleri öğrenmiş olup, Kazak fen bilimlerini geliştirirken Avrupa hayranlığından uzak durmayı başarmış müthiş bir uzmandır. Ayrıca babamızın Doğu tıbbı sahasında yetiştirdiği meşhur, başarılı öğrencilerinden Abdullah Babayev ve İbni Sarıağaçî isimlerini anmadan geçmek olmaz…
Babamız tarihi bir öneme sahip olan mimari abidelerimizi koruma hareketinin de gönüllülerindendiler. Benim hatırımda kaldığına göre; ya 50’li yılların sonunda veya 60’ların başında Taşkent’te, bugünkü yeni Eskicöve pazarının olduğu yerde, yaklaşık 500 yıl önce bina edilen Hoca Ahrar Veli Mescidi vardı ve bunu korkunç bir şekilde yıkmışlardı. Bunun gibi nahoş işlere başka yerlerde de girişilmesinden telaşlanan babam, ahbaplarından (yakın dostları böyle adlandırılırdı) Kerimbay eke Sahibayev’i çağırıp istişare ettiler. Bu zat sevgili şairimiz Erkin Vahidov’un dayıları olup, hukuk ilminin piriydiler. Alınan karara göre, Moskova’daki ilgili resmi daireleri mektup “bombardımanına” tutmak lazımdır. Bu tarz hareketlere Batı’da da başvurulduğunu sonradan öğrendim. “Paperkanono”, yani “Kağıt ile oka tutmak” denilen özel bir terim bile varmış. Bu girişim hemen netice vermemişse de; mevcut her türlü mescit, medrese, ev gibi yapıların sırada bekleyen yıkım kampanyasını durdurabildi.
Koca denizden bir damla mesabesinde olan bu makalemin son kısmını, saygıdeğer pederimin sıradan bir insan olarak sahip olduğu özelliklere ayırmak istiyorum. Özel hayatlarında dünyadan ellerini çekmişlercesine alçakgönüllüydüler. Taşkent’e geldiklerinde kendilerine ne köşkler teklif edilmişse de, o iki göz odası, bir küçük avlusu olan mütevazı bir evi tercih ettiler. Biz de yaşam tarzının ancak böyle olması gerektiğini düşünerek büyüdük. Sonra bildik ki; Resulullah Sallallahu Aleyhi Vessellemin “Fakrî fahrî” (yani; ‘Fakirliğim iftiharımdır’) Hadis-i Şeriflerine göre amel ederlermiş. Ömür boyu Sovyetlerin bir kuruşunu bile almadılar. Hükümet kendilerine nafaka vermeye karar verdiğinde, bu parayı Taşkent yetimhanelerinden birine bağışladılar. Hatta yaşadığımız ev bile onun üstüne değildi; kiracı olarak oturuyorduk. Durum bugün de böyledir; değişmemiştir.
Cömerttiler. “İki tane kaftanım olsa; birisini, hem de en yeni olanını başkasına giydirsem” diye çok söylerlerdi. Borç istemeye gelenleri hiçbir zaman elleri boş geri göndermemiştir. Bunların adlarını hatırlamak veya bir yere yazmak şöyle dursun; unutuverirlerdi.
Merhametliydiler ve kin tutmazlardı. Bir misal: 1938 yılında babamızı yakalayıp, sırtlarına mavzer dayayarak hapsettikleri ünlü “Üç Vilayet İnkılabı” günlerinde tutuklanırlar. Mahkeme onu ölüme mahkum edip, halk “Elkasasu minel hak” derken, babamız bunları affederler. “Beş çocuğu var; bunlar yetim kalmasın. Ayrıca anası buna doğduğunda halis niyetle Muhammet adını koymuş” diyerek affına delil göstermişler. “Bağışlayanları Allah da affedecektir” hadisine uyarak böyle amel ederlermiş.
Babamız kaderin türlü sınavlarından geçip, bereketli, verimli ve dolu dolu bir hayat yaşamışlardır. 1976 yılında Taşkent’te 91 yaşındayken vefat ettiler. Son meskenleri, vasiyetleri üzerine Şeyh Zeyniddin Baba Kabristanı oldu; Allah ondan razı olsun. XX. asrın mazlum halkı olan Türkistan ahalisinin bağımsızlığı ve İslam dininin yücelmesi yolunda yaptığı büyük, halisane ve tarihi hizmetleri; ayrıca bir evliyayı andıran simalarını halkımız derin bir saygı, iftihar ve minnettarlıkla hatırında tutmaktadır.
Hatıralarında kalpleri titreten şu satırlar var: “Ben bu dünyaya sadece İslam’ın hizmetkarı olarak değil, insanlığın hizmetkarı olarak geldim ve hayatım boyunca buna sadık kaldım”. Böyle bir zatın şanlı hayat yollarını öğreniyoruz ve tam bir kararlılıkla Alihantöre geleceği parlak olan iki Türkistan’ın hem gururu, hem de yürekli milli kahramanıydı, demek istiyoruz…
Ancak şiir ilminden haberdar olanlar ve nazım kabiliyeti verilmiş bulunanların bu sahada yorum yapması mümkündür, diye düşündüğüm için, bu derginin sayfalarında yayınlanan şiirleri tahlil etme makamından uzak olduğumu da bildiriyor ve özür diliyorum. Aynı zamanda, bunlar hakkında birçok ilginç şiir şerhleri ve dikkate değer bilgiler mevcut olduğundan, bunların okuyuculara bildirilmesi faydasız olmayacaktır diye düşünüyorum.
Babam rahmetlinin eziyetli 30’lu yıllardaki olayları tasvir ettikleri, vatandan son defa olarak hicret edişlerinin sebeplerini anlattıkları hatıralarını gözden geçirirken buna ilave edilen bir şiiri okudum. Bu şiir soru ve iltica edasıyla “Bormisan?” (Var mısın?) diye adlandırılmıştı. Düşüncemde zindana düşen, dışarıdaki aydınlık dünyadan bütünüyle ayırılan, başına Kûh-ı Kaf (Kaf Dağı) kadar ağır bir gam yükü yüklenmiş sıradan bir insan şekillendi. Yalnız bir yol kalmıştır; Yaradan’ın kendisinden yardım dilemek. Bize kuvvet nasip etsin ki, kendi elimizle şu “zulüm kapısını” parçalayıp özgürlüğe çıkalım, şeklinde arzular ve dilekler var bu şiirde. Tahminime göre, mezkur şiir 60’lı yıllarda kağıda geçirilmişse de, aslında çok önceleri yazılmıştır.
“Uyg’on” (Uyan), “Eliñni qutqar” (Ülkeni Kurtar), “Vatan va ilm” (Vatan ve İlim) gibi şiirlerinin yazılış tarihleri hakkında da durum böyle. Bunlar o kadar coşkun bir ruhla beslenmiştir ki, ateşli daveti yankılanmaktadır. Bağımsızlığa ilk defa olarak iman gücüyle ve şuurlu bir ilim anlayışıyla aydınlanmış olarak erişmenin mümkün olduğu sık sık vurgulanıyor. Babamız “Ümitsiz olan şeytandır” akidesine bir ömür boyu riayet etmiş olduğundan, kendi geleceğine inanmayan, helal ve haramı ayırmayan, inanca karşı pervasız, özünü tanımayı istemeyen, hatta çocuklarını geçmiş tarihten, köklerinden nasipsiz bırakanları sevmezlerdi. Özellikle, böylelerinin aydınlar arasından çıkması durumunda, öfkeden adeta kaynar, böyle zamanlarda düşünen, gerçeği bilen insanların merhametiyle ‘- Vay , böyle alimlere heves eden halkımızın haline! Bu gibi aydınların işi zor; çünkü bunlar İbni Sina’nın deyimiyle “mürekkep cahiller” grubuna girerler ve kendi cahilliklerini anlamak istemezler’ derlerdi. Bunun için okuyuculara hitaben söylenen

Deme: Değişmez alem, iş bitmiştir.
Ne olur yarınlarda, kim bilmiştir?

mısraları bugünün gözüyle baktığımızda, bir müjdeye benziyor.
İnsanoğlunun temel hakları sözünde ilginç bir kavram bütünlüğü mevcut. Bu şu demektir; insanın insan olduğunu belirleyen sahip olduğu haklardır ki, bunlar olmadan insan oğlu dilsiz, şuursuz bir hayvana benzer; yalnızca görünüşüyle insan suretinde olan bir yaratığa dönüşür. Öz vatanına kendilerinin sahip olması, mesken tutmak, başkalarına bağımlı olmamak, vicdan özgürlüğü gibi haklar bunlardan olup, bunları talep etme ruhunu babamızın “Her oğul babasından kalan malın varisi olur. Hangi milletin üzerinde başkaları hakimiyet kursa, ölüm bundan iyidir. Vatanı sevmeyenler Müslüman değildir” gibi kalbi uyandıran fikirlerinden tespit etmek mümkündür. Özellikle ondaki vatanseverlik duygusunun ne kadar geniş olduğu, onun öz tarihine, ana diline ve tabiata ne kadar büyük bir sevgiyle bağlı bulunduğu “Temur tuzuklari” (Timur Tüzükleri) tercümesinin söz başında verilen “Tarjimondan” (Tercümandan), “Til haqida” (Dil Hakkında) adlı şiirlerinde ve “Qatralar”da (Damlalar) veciz ifadelerle tasvir edilmiştir. Emir Timur gibi büyük bir zatı tenkit etmeyi (doğrusu ona suç atmayı) kendisine meslek edinmiş, şanlı tarihimizi yere çalarak karnını doyuran kimi alimlere (!) karşı babamız “Biri iyi der, biri kötü der. Milletin sözünden kim sağlam kurtulmuş?” diyerek hakikatin her şeye rağmen gün yüzüne çıkacağını vurgulamışlardır.
İmanın sağlamlığı, manevi temizlik, yüksek ahlak ve bunun gibi değerlerin ebediliğini haykırmak, bunlardan nasip almaya çağırmak onun faaliyetlerinin en önemli bölümünü teşkil eder. Bu arada söylemeliyiz ki, babamızın fikirlerinin bitmez tükenmez kaynağı Kur’an’ın emirlerine dayanan İslami kültür unsurları olmuştur. Bu fikre uygun olarak “Mersiye beyitleri”ne dikkat edelim. İslam felsefesi inancına dayalı olarak, ilk satırlardan itibaren dünya hayatının baki olmadığı hatırlatılıp, imkan olduğunca “halkın iyiliğini gözet”meye davet ediliyor. Değerler arasında bir kıyas yapıldığında bunun “yaşamana bak”, “hayattan çalmaya bak” gibi gafilane hayat tarzlarının düsturlarına göre ne kadar üstün olduğunu ispat etmeye ihtiyaç olmasa gerek. Şunu da ilave etmek isterim ki, bu “Mersiye beyitleri” babamın gizli tutuklulukta bulundukları ve ölüm tehlikesinin henüz başlarından gitmediği bir devirde, büyük annemiz Tacınisa hanımın üzüntü verici bir şekilde vefat etmeleri münasebetiyle yazılmıştı.
Son sözüm, büyük şairimiz Meşreb Nemenganî’nin mübarek kalemlerinden çıkmış “Miraç” (yahut “Resulullah geliyor”) adlı şiiri hakkındadır. Bu uzun yıllar boyunca ideolojik zorbalık neticesinde yasaklanan bir sanat eseridir. Bu şiir için halkımız çok güzel bir ezgi de bestelemiştir. Babamız gelecek nesillere bırakmak amacıyla, üç hafız kardeş Sofihanovlar’ı çağırtıp, bunların icra ettiği parçayı teybe de kaydetmişlerdi. İşte şimdi, bunu sahiplerine teslim ediyoruz. Bu günlere ulaştıran Yaradan’a şükürler olsun.

Mütercim Dr. Oguz Dogan

Makale Temmuz 1993 “Şark yulduzı” (Taşkent) dergisinden kısaltarak aktarılmıştır.

09

(Tashriflar: umumiy 380, bugungi 1)

1 izoh

  1. Türkiyeden selamlar.Cengizhan gibi bir önder lazım bu Allahsız Çinlileri yok etmek için

Izoh qoldiring