Hurşid Devran – Ay, Ankara Üstünde Hüzünlü Parlar…

022

Hurşid Devran Özbekistan’ın meşhur şairlerinden. 1989 yılı Uluslararası Mahmud Kâşgarı (Kaşgarlı Mahmud) ödülü, 2009 yılı Uluslararası Kızıl (Altun) Kalem ödülü, 2013 yılı Azərbaycanın Müşfik şiir ödülü sahibi.
20 Ocak 1952 yılında, Semerkand’da doğdu. O ünlü bir Nakşibendi Sūfī Pir’i Ahmet Kazani, (Arapça: مَكهدُمِ اَزَم ال خَسَنِ ال ضَهبِدِ, Mahdum-i A’zam al-Kâsânî al-Dahbidi veya «Makhdūm-i-Azam» tanılır.) soyundan biridir. 1977 yılında Taşkent Devlet Üniversitesinin Gazetecilik bölümünü bitirdi. 1974 yılında Taşkent yayınlarında çalışmaya başladı. Özbekistan’ın en meşhur şairlerinden birisi olarak gösterilen ve modern devrin yetiştirdiği kabiliyetli ediplerden birisi olan Hurşid Devran özellikle tarihî konulardaki şiir, kıssa ve piyesleri ile Modern Özbek edebiyatına güçlü katkı sağlamış ve sağlamaya da devam etmektedir. Hurşid Devran tarihî değerlere ayrı bir önem vermiş Timur, Uluğ Bey, Necmüddin Kübra, Hive, Semerkant, Buhara gibi şeyler üzerinde eser, piyes, belgesel gibi çalışmalar yapmıştır. Hurşid Devran’ın ‘Qadrdon Quyosh’ («Sevgili güneş»), ‘Shahardagi Olma Darahti’ («Şehirde elma ağacı»), ‘Tungi Bog`lar’ («Gecenin Bahçeleri»), ‘Uchib Boraman Qushlar Bilan’ («Кuşlar ile uçmak için»), ‘Tomarisning Ko’zlari’ («(Tomris Hatunnin gözleri»), ‘Bolalikning Ovozi’ («Çocukluk sesi»), ‘Qaqnus’, ‘Dengiz Yaproqlari’ («Denizin yaprakları»), Qirq oshiq daftari» (‘Kırk Âşık Defteri’), ‘Bahardan Bir Kun Aldin’ gibi şiir kitaplarının, ‘Samarqand Hayali’ (1991), ‘Sahibkiran (Amir Timur) Nabirasi’ (1995), ‘Shahidlar Shohi (Şeyh Necmüddin Kübra tuşlari)’ (1998), ‘Bibihanim kissasi’ (2006) gibi kıssa-hikaye tarzı nesir örneklerinin sahibidir.
Hurşid Devran, tercüme alanında da çalışmalar yapmaktadır. O, ilk defa Yunus Emre şiir örneklerinden Özbekçe’ye çeviri Özbek mütercimi oldu. Bunun yanında Japonya,Baltık devletleri ile Çin klasik ve çağdaş edebiyatlarından şiir aktarmaları yaptı. Türk edebiyatından Pir Sultan Abdal, Kayıkçı Kul Mustafa, Karacaoğlan, Aşık Veysel, Nâzım Hikmet Ran, Necip Fazıl Kısakürek, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Orhan Veli Kanık, Melih Cevdet, Oktay Rıfat’inin şiirlerini de Özbekçe’ye aktarmıştır. Şiirleri Rus, Uygur, İspanyol, Polonya, Bulgar ve Türk dillerine çevrilmiştir. Üç tarihsel oyunlarının yazarı («Babür Şah «, «Uluğ Bey»). Namık Kemal’in yazdığı ilk tiyatro eseri «Celalettin Harzem Şah» çevirmeni.
Asya Yazarları Kongresi (Washington, ABD. 1996) , . Türkçe’enin Uluslararası 1 Şiir Şöleninin Üyesi (Bursa-Konya.,Mayis,1992)

021

Hurşid Devran
AY, ANKARA ÜSTÜNDE HÜZÜNLÜ PARLAR…

Akşam olmuş, gün boyu ortalığı kaplayan bağırış çağırışlar dinmişti. Yaslı ay ışığının aydınlattığı Çubuk çayı ile Kızılcaköy arasında kalan savaş meydanındaki sükûneti yalnız ölülerle karışık kuruşuk yatan yaralılar ve can vermekte olanların inlemeleri, sahipsiz kalan, başıboş ve üst üste yığılmış cesetlerden korkan, yürüyecek yol bulamayıp huysuzlaşan ürkek atların huzursuz kişnemeleri bozuyordu.
Bu geniş meydanda nasılsa bir gölge cansız cesetler arasında güçlükle adım atarak sendeleyerek yürüyordu. Bulutların kucağından kurtulup çıkan ay ışığı üstüne düştü ve gölgesi görünüşü, ortaya çıktı. O oğlunun cesedini aramaya çıkan bir ana, bir Türk annesi idi. Annenin gözlerinden akan sıra sıra damlalar ay ışığında parlayıp ışıldıyordu. O, oğlunun adını çağırıyor, oğluna hitaben tatlı sözler söyleyip feryad ediyordu. Onun bu feryatları birbiri ile savaşan, birbirini doğrayan ve perişan olup can veren her iki tarafın anladığı dilde, Türk dilindeydi. Aynı dili konuşan ama hükümdarları laftan anlamadığı için birbirine kılıç çeken askerler dünyaya gözlerini kapamadan önce kulaklarıyla işittikleri ana feryadının altında, uzaklarda kalan analarının adını anıp canlarını veriyorlardı.
Anne, savaş meydanında uzun zaman, sendeleyerek yürüdü. Onun inlemeleri, uzun zaman ay ışığı altındaki meydanın üzerinde bazen yükselerek, bazen zayıflayarak çınladı.
-Canım oğlum! Oğlum! Kutluk Beğ’im!
Yaslı anne bu sözlerle, üzüntüden zayıflayan titrek sesi ile sesleniyordu. Bazen yürekleri paralayan ağlayışı anneyi boğuyor, sözlerini bölüyordu. Bu halde o savaş meydanını dolaştı.
O sırada annenin kulağına inleme sesi geldi. Çok geçmeden inleyen ses tekrar işitildi, inleyen kişi sonunda nasıl olduysa bir sözü söyler gibi oldu. Kadın ses verip gayet yavaş bir sesle adının söylendiğini işitti. Kadının bütün bedeni titremişti. Alnından mercan gibi soğuk ter boşandı. Korkudan gözleri yuvalarından fırlayıp çıkacak gibi olmuştu. Kime seslendiğini kendi de bilmeden, yüksek sesle:
-Kim o? Beni çağıran kim?
Cevap işitilmedi. Ama çok geçmeden…
Anne taş kesilip kaldı. Gözleri korkudan büyüdü. Oğlunun sesini tanımıştı. Oğlunun sesi:
-Ana! Anacığım…
-Tövbeler olsun… Ey Allah’ım!
Aklı başından gitmiş gibi bağırmaya devam etti:
-Nasıl olur? Nasıl olur? Sen misin oğlum? Kutluk Beğ’im!
Anne, sesin geldiği tarafa bir dakika kadar şaşkın bakışlarla baktı ve sonra hızla ölülerin üstünden atlayarak, aklını kaybetmiş gibi, deliler gibi şaşkınlıkla koştu. Sonunda oraya varıp oğlunun sesinin birbiri üstüne yığılı cesetler arasından geldiğini fark etti. Bütün gücüyle oğlunun bedenini yığının altından çekti. Ay ışığı oğlunun yüzünü aydınlattı. Gözlerinden durmadan yaş akıp duran yaslı anne sert bir sesle homurdandı:
-Bu nasıl kader? Kim seni bu hale getirdi?
O birden öfkeyle doğruldu ve elini kaldırıp kim bilir kime tehditkar bir ifadeyle bağırdı:
-Lanet olsun sana! Lanet olsun!
Oğlunun acıyla inlemesi annenin aklını başına getirdi. Oğlunun üstün eğilip onun yüzünü, gözlerini öperken kırık bir sesle feryad ediyordu:
-Yaşıyor musun oğlum? Yaşıyor musun? Allah’ıma bin kere şükür, binlerce şükür… Ben şimdi yaralarını saracağım. Alıp eve götüreceğim seni…
Can vermekte olan oğlu, annesinin alev alev yanan dudaklarının teması ve feryatları ile kendine gelir gibi olup gözlerini araladı ve zayıf bir sesle fısıldadı:
-Üşüyorum anacığım… Çabuk beni eve götür…
Son sözlerini söylerken boğazı hırıldamaya, sesi zayıflamaya başladı. Annesini görüşüyle gönlünde uyanan sevinç ve heyecanla birlikte iyice takatsiz kaldı. Güçlükle sesi çıkıyordu:
-Anacığım… Ben… Ben… Ölüyorum…
Anne o an oğlunun dünyaya gözlerini kapamak üzere olduğunu anladı. Yalvardı:
-Ölme oğlum! Beni yalnız koyup gitme! Sensiz ben nasıl yaşarım?
Oğlu son kez gözlerini açıp annesine baktı ve ellerini annesine uzatmış halde bir anlık ızdıraptan sonra can verdi.
Ağlamaya bile mecali kalmayan anne oğlunun cesedini sıkıca kucakladı. Neden sonra bir gayretle onu yeşil bir çarşafa sardı, bütün gücüyle sürümeye başladı. O, yaşlı olsa da hala güçlüydü. Ağlayarak, feryad ederek cesedi sürükleyip giderken bazen birden durup kalıyor, deliler gibi kendi kendine bir şeyler söylüyor ve tekrar çeşitli şekillerde yatan cesetlerle dolu yoluna devam ediyordu.
Yine durdu, yine kendi kendine konuşmaya başladı:
-Ben seni babanla dedenin yanına gömerim oğlum. Orası güzel yer, köyümüzü görürsün. Ben de evimizden mezarını görürüm. Görürüm de seni hatırlayıp ağlarım. Dualar ederim. Sen daha çocukken…
O sırada birisi inledi. Anne, durduğu yerde etrafına bakındı ve karşısında kocaman gözlerini kendisine dikmiş bir savaşçıyı gördü. Anne, ay ışığının güçlükle aydınlattığı askerin yüzüne göz atarken kaskatı kesilip kaldı. Delikanlı oğluna benziyordu. Onun gibi kalın kaşları, onun gibi sivri burnu, onun gibi kalın dudakları, onun gibi genç, onun gibi gürbüz… “Ya Rab, onlar iki damla su gibi birbirlerine benziyorlar!” Lakin anne, üst başından inleyip yatan delikanlının Türkistanlı olduğunu anladı. Bir zamanlar dedelerinin yaşadığı Türkistan’dan… Belki bu delikanlı ana yurdumuz dedikleri Nur Ata dağlarındandır… Neden kendi yakınları başlarına kılıç çekip gelmişti?
Anne bunları düşünürken delikanlıya ne kahır ne de nefret duymuyordu. Yalnız ona gerçekten acımıştı. Türkistanlı savaşçıya yaklaşan kadın eğilip yarasını gözden geçirdi. Omuzu yarılmış, çok kan kaybetmiş, uzun zaman baygın yatmış, yüzünün rengi kar gibi bembeyaz kesilmiş delikanlı anneden gözlerini ayırmıyordu. O, kendisini dünyaya getiren annesini görüyordu… Karnab çölünde çobanlık yapan babası nerdeydi acaba? Sanki o ateşler içinde yatıyordu da annesi ona pervane olmuştu. Gülümseyerek annesini teselli etmeye çalışıyordu:
-Kışın kar fırtınasında çölde kalmışım ana… Beni eve kim getirdi? Anacığım, içim yatıyor, su ver… Korkma ana, korkma… İyileşeceğim. Babama söylemedin mi? Biraz sonra ateş gibi olacağım. Babama ben söylerim… İçim yanıyor… Anne, sana söylüyorum… Su ver! Bakıp durmasana ya…
Anne, Türkistanlı gencin sayıkladığını anladı. “Yarası ağır” diye düşündü kadın. Sonra, omzundaki yün örtüyü alıp delikanlının üstünü örttü. Bir müddet yaralının karşısında düşüncelere daldı ve tekrar oğlunun cesedi sarılı çarşafı sürüyerek yola koyuldu. Biraz sonra delikanlının sesini işiterek durdu:
-Ana, sana diyorum. Ana, su ver…
Savaş meydanının kenarında arabası duruyordu. Öküz koşulu arabayı komşusundan isteyip almıştı. Anne bir gayretle oğlunun cesedini arabaya yükledi. Sonra hırsla öküzü dürttü ya eli taş kesiliverdi. Tekrar o Türkistanlı askeri… Oğluna benzeyen delikanlıyı gözlerinin önüne getirdi. Hızla geri döndü. Delikanlı hala sayıklayıp yatıyordu. Hala annesine su vermesi için yalvarıyordu. Ana, yün örtü ile delikanlının omzunu sarıp bağladı. Sonra yanında getirdiği koyun postunu yere yayıp delikanlıyı sürüyerek götürdü.
“Eve varıp üstünü değiştirmek lazım. Yoksa komşuların onu öldürecekleri kesin… Yarası ağır ama Tanrı merhamet ederse sağalıp yaşaması mümkün. Zavallının anası şimdi ne yapıyordur acaba?..” Dolunay ışığında delikanlıyı sürüyüp götürürken bunları düşünüyordu.
Nice dakikalardan sonra birinin hayatı sönmüş, diğeri hayata tutunan iki asker bedeni yüklü araba Kızılcaköy ‘e doğru yol almaya başladı. Öküzlerin çektiği arabayı dünyanın en acılı annesi sürüyordu. Dolunaylı gece, seher vakti yaklaşmış, anne tarifsiz acılar içindeydi…

021

Хуршид Даврон
АНҚАРА УСТИДА ПОРЛАР МУНГЛИ ОЙ…
«Соҳибқирон набираси ёки Митти юлдуз қиссаси»дан ҳикоя

Кеч тушиб, куни билан оламни бузган шовқин-сурон тинди. Мотамсаро ой ёруғи ёритиб турган Чубук дарёси билан Қизилчакўй оралиғидаги жанггоҳдаги сукунатни фақат ўликлар билан аралаш-қуралаш бўлиб ётган ярадорлар ва жон бераётганларнинг ингроқлари, эгасиз қолган, бесаранжом ва уюм-уюм мурдалардан ҳайиқиб, юришга йўл тополмай безовталанган ҳуркак отларнинг нотинч кишнашлари бузарди.
Бу кенг майдонда қандайдир бир соя жонсиз жасадлар орасидан зўрға қадам ташлаб, тентираб юрарди. Булутлар чангалидан юлғиниб чиққан ой шуъласи устига тушди-ю, соя қиёфаси ёришди. У ўғли жасадини излаб юрган Она – турк онаси эди. Она кўзларидан оқаётган шошқатор томчилар ой нурида ялтираб товланарди. У фарзанди исмини айтиб чақирар, фарзандига атаган ширин сўзларини айтиб бўзларди. Унинг бу бўзлашлари бир-бири билан урушиб, бир-бирини чавақлаган ва қийналиб жон бераётган ҳар икки тараф навкалари учун яқин ва таниш эди. Бечора она тилидан кўчган сўзлар ҳар икки томон англайдиган тилда – турк тилида эди. Бир тилда сўзлашган, аммо ҳукмдорлари тил тополмаганлари учун бир-бирларига тиғ ўқталган навкарлар дунёдан кўз юмиш олдидан қулоқларига эшитилган она ноласи остида, узоқларда қолган волидалари номларини тилга олиб, жон берардилар.
Она жанггоҳда узоқ тентираб юрди. Узоқ вақт унинг ноласи ой нури чулғаган майдон узра гоҳ кучайиб, гоҳ пасайиб жаранглаб турди.
— Ўғилгинам!.. Ўғлоним!.. Қутлуғбегим!.. – хитоб қиларди онаизор йиғи ва қайғудан заифлашган титроқ товуш билан. Баъзан юракни эзувчи йиғи онани бўғиб, сўзини бўлиб қўярди. Шу куйи у жанггоҳни уч айланди.
Шу пайт она қулоғига инграган товуш эшитилди. Дам ўтмай инграган товуш яна эшитилди, инграган одам энди қандайдир бир сўзни айтгандай бўлди. Аёл товуш чиқариб, жуда секинлик билан унинг номини айтганини эшитди.
Аёлнинг авзойи бадани титраб кетди, пешонасидан маржон-маржон совуқ тер чиқди, даҳшатдан кўзлари қинидан чиқиб кетай деди. Кимдан сўраётганини ўзи ҳам билмасдан, баланд овоз билан сўради:
— Ким у?!.. Мени чақираётган ким?
Жавоб эшитилмади. Аммо дам ўтмай…
Она донг қотиб қолди, кўзлари даҳшатдан кенгайиб кетди. У ўғлининг товушини таниган эди.
— Эна!.. Энажон! – деди ўғлининг товуши.
— Ё тавба! Ё Худойим!.. – Эсини йўқотгудек ҳолатга тушган она бақириб юборди. – Наҳотки?! …Наҳотки, бу сен бўлсанг, ўғлоним, Қутлуғбегим?!
Она товуш келган томонга бир дақиқа анграйиб қаради-да, кейин бирдан мурдалар устидан ҳатлаб, эсини йўқотган телбадек талмовсираб югуриб кетди. Ниҳоят, ўша жойга етиб бориб, ўғлининг товуши бир-бирининг устида қалашиб ётган жасадлар орасидан чиқаётганини билди. Сўнг анча зўр бериб, ўғли танасини уюм остидан тортиб олди. Ой нури боласининг юзини ёритди. Кўзларидан шашқатор ёш оқиб турган онаизор қаттиқ ҳўнграб юборди:
— Бу қандай кўргулик бўлди? Ким сени бу ҳолга солди?
У бирдан ғазаб билан қаддини ростлаб, қўлини кўтариб кимгадир таҳдидона бақирди:
— Минг лаънат сенга! Минг лаънат!
Ўғлининг қаттиқ инграб юборгани онани ҳушига келтирди. У ўғли устига эгилиб, унинг юз-кўзидан ўпаркан, синиқ товуш билан бўзлади:
— Тирикмисан, болам, тирикмисан?!.. Худойимга минг қатла шукур, минг қатла шукур! Ҳозир мен яраларингни боғлайман… уйга олиб бораман…
Онанинг ўтли лабларининг тегишидан ва бўзлашидан жон бераётган ўғли бир оз ҳушига келиб, сўнаётган кўзларини сал очди-да, заиф товуш билан шивирлади:
— Совуққотяпман, онажон… Тезроқ мени уйга олиб бор…
Сўнгги сўзларни айтар-айтмай унинг товуши тобора хириллаб, заифлаша бошлади, онасини кўриб кўнглида уйғонган қувонч ҳаяжондан унинг мадори бутунлай қуриди.
— Онажон! – деди у зўрға товуш чиқариб. – Мен… мен… ўлаётибман…
Она бирдан фарзанди оламдан кўз юмаётганини англади.
— Ўлмай тур, болам… – деб бўзлади она, — Мени ёлғиз ташлаб кетма… Сенсиз мен қандай яшайман?!..
Ўғил сўнгги марта кўзларини очиб онага тикилди ва қўлларини волидасига чўзган ҳолда бирпаслик талвасадан кейин жон берди. Йиғлашга ҳам мадори қолмаган она ўғли жасадини маҳкам қучоқлади.
Анчадан кейин жасадни бир амаллаб яшилранг жун чойшабга ўради ва бор кучини тўплаб, уни судраб кета бошлади.
У кексалигига қарамай ҳали бақувват эди. Йиғлаб-бўзлаб жасадни судраб бораркан, гоҳ бирдан тўхтаб қолар, нималарнидир ўз-ўзига телбаҳол уқтирар ва яна турли алпозда ётган мурдалар оралаб йўл босарди.
У яна тўхтади, яна ўз-ўзига сўзлай кетди:
— Мен сени отанг билан бобонг ёнига қўяман, ўғлим! У ер яхши, қишлоғимиз кўриниб туради. Мен ҳам ҳовлимиздан туриб мозорингни кўриб тураман… Кўраману, сени эслайман, йиғлайман, дуолар айтаман… Сенга болалик чоғларингда…
Шу пайт она ёнида кимдир инграб юборди. Она турган жойида атрофга аланглади-ю, қаршисида унга катта-катта кўзларини қадаб турган жангчини кўрди. Она бир зум ой нури зўрға ёритиб турган жангчи юзига разм соларкан, донг қотди. Йигит ўғлига ўхшаб кетарди. Ўшандай қуюқ қошлар, ўшандай қирра буркн, ўшандай қалин лаблар, ўшандай навжувон, ўшандай келишган… Ё раббим, улар икки томчи сувдек бир-бирларига ўхшар эдилар! Фақат она бу инграб ётган йигитнинг уст-бошидан уни туркистонлик эканини фаҳмлади. Қачонлардир унинг ота-боболари яшаган Туркистондан… Балки бу йигит бобоси она юртимиз деб ривоят қилган Нурота тоғларидандир?! Нега у ўз хешлари бошига қилич кўтариб келди?!
Шуларни ўйларкан, она йигитга нисбатан на қаҳр, на нафрат туйди. Фақат унга раҳми келди, холос. Туркистонлик жангчига яқинлашган аёл эгилиб йигитнинг ярасини кўздан кечирди. Елкаси чопилган, кўп қон йўқотиб узоқ ҳушсиз ётган, ранг-рўйи қордек оппоқ йигит онадан кўзини узмасди. У ўзини дунёга келтирган онасини кўриб турарди. Қарноб даштида чўпонлик қиладиган отаси қаерда экан? У гўё иситмалаб ётибди-ю, онаси унга парвона бўлиб турибди. У жилмайиб онасини овутишга уринди:
— Даштда қорбўронда адашиб қолибман, эна!.. Ким мени уйга олиб келди?.. Энажон, ичим ёнаяпти, сув бер… Қўрқма, эна, қўрқма, мен албатта тузалиб кетаман!.. Отамга айтмадингми?.. Айтма… Ҳализамон отдек бўлиб кетаман… Ўзим отамга айтиб бераман… Ичим ёниб кетяпти!.. Эна, деяпман… Сув бер! Қараб туравермай, сув берсанг-чи!..
Она туркистонлик йигитнинг алаҳсираётганини сезди. “Яраси оғир”, — деб ўйлади аёл. Сўнг елкасидаги жунрўмолни олиб йигитнинг устини ёпди. Бир зум ярадор қошида ўйга ботиб турди-да, яна ўғли жасади ўралган чойшабни судраб йўлга тушди. Бир неча қадам юрар-юрмас, йигитнинг товушини эшитиб, тўхтади.
— Эна, деяпман!.. Эна, сув бер!..
Жанг майдонининг четида унинг араваси турарди. Ҳўкиз қўшилган аравани она қўшнисидан сўраб олган эди. Она бир амаллаб ўғлининг жасадини аравага ортди. Сўнг хивчин билан ҳўкизни ҳайдаган бўлди-ю, қўли қотиб қолди. У яна туркистонлик жангчини… ўғлига ўхшаб кетадиган йигитни кўз ўнгига келтирди. Ниҳоят, кескин бурилиб, ортига қайтди. Йигит ҳамон алаҳсираб ётар, ҳамон онасидан сув беришни ўтинарди. Она жунрўмол билан йигитнинг елкасини танғиб боғлади, сўнг ўзи билан олиб келган қўй терисини ерга ёйиб йигитни унга судраб олиб ўтди.
“Уйга олиб бориб, либосларини алмаштириш керак! Бўлмаса, қўшнилар уни ўлдириб қўйишлари турган гап… Яраси оғир, аммо тангри марҳамат қилса, тирик қолиши мумкин. бечоранинг онаси ҳозир нима қилаётган экан-а?” – ўйларди тўлин ой ёруғида қўй териси устида ётган йигитни судраб бораркан.
Бир неча дақиқадан кейин бирида ҳаёт сўнган, бошқасида ҳаёт илиб турган икки жангчи танаси ортилган арава Қизилчакўй томонга қараб йўл олди. Аравага қўшилган ҳўкизни дунёнинг энг маҳзун онаси етаклаб борарди.
Ой тўлин, тонг яқин, она қайғуси ниҳоясиз эди…

021

Xurshid Davron
ANQARA USTIDA PORLAR MUNGLI OY…

Kech tushib, kuni bilan olamni buzgan shovqin-suron tindi. Motamsaro oy yorug’i yoritib turgan Chubuk daryosi bilan Qizilchako’y oralig’idagi janggohdagi sukunatni faqat o’liklar bilan aralash-quralash bo’lib yotgan yaradorlar va jon berayotganlarning ingroqlari, egasiz qolgan, besaranjom va uyum-uyum murdalardan hayiqib, yurishga yo’l topolmay bezovtalangan hurkak otlarning notinch kishnashlari buzardi.
Bu keng maydonda qandaydir bir soya jonsiz jasadlar orasidan zo’rg’a qadam tashlab, tentirab yurardi. Bulutlar changalidan yulg’inib chiqqan oy shu’lasi ustiga tushdi-yu, soya qiyofasi yorishdi. U o’g’li jasadini izlab yurgan Ona – turk onasi edi. Ona ko’zlaridan oqayotgan shoshqator tomchilar oy nurida yaltirab tovlanardi. U farzandi ismini aytib chaqirar, farzandiga atagan shirin so’zlarini aytib bo’zlardi. Uning bu bo’zlashlari bir-biri bilan urushib, bir-birini chavaqlagan va qiynalib jon berayotgan har ikki taraf navkalari uchun yaqin va tanish edi. Bechora ona tilidan ko’chgan so’zlar har ikki tomon anglaydigan tilda – turk tilida edi. Bir tilda so’zlashgan, ammo hukmdorlari til topolmaganlari uchun bir-birlariga tig’ o’qtalgan navkarlar dunyodan ko’z yumish oldidan quloqlariga eshitilgan ona nolasi ostida, uzoqlarda qolgan volidalari nomlarini tilga olib, jon berardilar.
Ona janggohda uzoq tentirab yurdi. Uzoq vaqt uning nolasi oy nuri chulg’agan maydon uzra goh kuchayib, goh pasayib jaranglab turdi.
— O’g’ilginam!.. O’g’lonim!.. Qutlug’begim!.. – xitob qilardi onaizor yig’i va qayg’udan zaiflashgan titroq tovush bilan. Ba’zan yurakni ezuvchi yig’i onani bo’g’ib, so’zini bo’lib qo’yardi. Shu kuyi u janggohni uch aylandi.
Shu payt ona qulog’iga ingragan tovush eshitildi. Dam o’tmay ingragan tovush yana eshitildi, ingragan odam endi qandaydir bir so’zni aytganday bo’ldi. Ayol tovush chiqarib, juda sekinlik bilan uning nomini aytganini eshitdi.
Ayolning avzoyi badani titrab ketdi, peshonasidan marjon-marjon sovuq ter chiqdi, dahshatdan ko’zlari qinidan chiqib ketay dedi. Kimdan so’rayotganini o’zi ham bilmasdan, baland ovoz bilan so’radi:
— Kim u?!.. Meni chaqirayotgan kim?
Javob eshitilmadi. Ammo dam o’tmay…
Ona dong qotib qoldi, ko’zlari dahshatdan kengayib ketdi. U o’g’lining tovushini tanigan edi.
— Ena!.. Enajon! – dedi o’g’lining tovushi.
— YO tavba! YO Xudoyim!.. – Esini yo’qotgudek holatga tushgan ona baqirib yubordi. – Nahotki?! …Nahotki, bu sen bo’lsang, o’g’lonim, Qutlug’begim?!
Ona tovush kelgan tomonga bir daqiqa angrayib qaradi-da, keyin birdan murdalar ustidan hatlab, esini yo’qotgan telbadek talmovsirab yugurib ketdi. Nihoyat, o’sha joyga yetib borib, o’g’lining tovushi bir-birining ustida qalashib yotgan jasadlar orasidan chiqayotganini bildi. So’ng ancha zo’r berib, o’g’li tanasini uyum ostidan tortib oldi. Oy nuri bolasining yuzini yoritdi. Ko’zlaridan shashqator yosh oqib turgan onaizor qattiq ho’ngrab yubordi:
— Bu qanday ko’rgulik bo’ldi? Kim seni bu holga soldi?
U birdan g’azab bilan qaddini rostlab, qo’lini ko’tarib kimgadir tahdidona baqirdi:
— Ming la’nat senga! Ming la’nat!
O’g’lining qattiq ingrab yuborgani onani hushiga keltirdi. U o’g’li ustiga egilib, uning yuz-ko’zidan o’parkan, siniq tovush bilan bo’zladi:
— Tirikmisan, bolam, tirikmisan?!.. Xudoyimga ming qatla shukur, ming qatla shukur! Hozir men yaralaringni bog’layman… uyga olib boraman…
Onaning o’tli lablarining tegishidan va bo’zlashidan jon berayotgan o’g’li bir oz hushiga kelib, so’nayotgan ko’zlarini sal ochdi-da, zaif tovush bilan shivirladi:
— Sovuqqotyapman, onajon… Tezroq meni uyga olib bor…
So’nggi so’zlarni aytar-aytmay uning tovushi tobora xirillab, zaiflasha boshladi, onasini ko’rib ko’nglida uyg’ongan quvonch hayajondan uning madori butunlay quridi.
— Onajon! – dedi u zo’rg’a tovush chiqarib. – Men… men… o’layotibman…
Ona birdan farzandi olamdan ko’z yumayotganini angladi.
— O’lmay tur, bolam… – deb bo’zladi ona, — Meni yolg’iz tashlab ketma… Sensiz men qanday yashayman?!..
O’g’il so’nggi marta ko’zlarini ochib onaga tikildi va qo’llarini volidasiga cho’zgan holda birpaslik talvasadan keyin jon berdi. Yig’lashga ham madori qolmagan ona o’g’li jasadini mahkam quchoqladi.
Anchadan keyin jasadni bir amallab yashilrang jun choyshabga o’radi va bor kuchini to’plab, uni sudrab keta boshladi.
U keksaligiga qaramay hali baquvvat edi. Yig’lab-bo’zlab jasadni sudrab borarkan, goh birdan to’xtab qolar, nimalarnidir o’z-o’ziga telbahol uqtirar va yana turli alpozda yotgan murdalar oralab yo’l bosardi.
U yana to’xtadi, yana o’z-o’ziga so’zlay ketdi:
— Men seni otang bilan bobong yoniga qo’yaman, o’g’lim! U yer yaxshi, qishlog’imiz ko’rinib turadi. Men ham hovlimizdan turib mozoringni ko’rib turaman… Ko’ramanu, seni eslayman, yig’layman, duolar aytaman… Senga bolalik chog’laringda…
Shu payt ona yonida kimdir ingrab yubordi. Ona turgan joyida atrofga alangladi-yu, qarshisida unga katta-katta ko’zlarini qadab turgan jangchini ko’rdi. Ona bir zum oy nuri zo’rg’a yoritib turgan jangchi yuziga razm solarkan, dong qotdi. Yigit o’g’liga o’xshab ketardi. O’shanday quyuq qoshlar, o’shanday qirra burkn, o’shanday qalin lablar, o’shanday navjuvon, o’shanday kelishgan… YO rabbim, ular ikki tomchi suvdek bir-birlariga o’xshar edilar! Faqat ona bu ingrab yotgan yigitning ust-boshidan uni turkistonlik ekanini fahmladi. Qachonlardir uning ota-bobolari yashagan Turkistondan… Balki bu yigit bobosi ona yurtimiz deb rivoyat qilgan Nurota tog’laridandir?! Nega u o’z xeshlari boshiga qilich ko’tarib keldi?!
Shularni o’ylarkan, ona yigitga nisbatan na qahr, na nafrat tuydi. Faqat unga rahmi keldi, xolos. Turkistonlik jangchiga yaqinlashgan ayol egilib yigitning yarasini ko’zdan kechirdi. Yelkasi chopilgan, ko’p qon yo’qotib uzoq hushsiz yotgan, rang-ro’yi qordek oppoq yigit onadan ko’zini uzmasdi. U o’zini dunyoga keltirgan onasini ko’rib turardi. Qarnob dashtida cho’ponlik qiladigan otasi qaerda ekan? U go’yo isitmalab yotibdi-yu, onasi unga parvona bo’lib turibdi. U jilmayib onasini ovutishga urindi:
— Dashtda qorbo’ronda adashib qolibman, ena!.. Kim meni uyga olib keldi?.. Enajon, ichim yonayapti, suv ber… Qo’rqma, ena, qo’rqma, men albatta tuzalib ketaman!..
Otamga aytmadingmi?.. Aytma… Halizamon otdek bo’lib ketaman… O’zim otamga aytib beraman… Ichim yonib ketyapti!.. Ena, deyapman… Suv ber! Qarab turavermay, suv bersang-chi!..
Ona turkistonlik yigitning alahsirayotganini sezdi. “Yarasi og’ir”, — deb o’yladi ayol. So’ng yelkasidagi junro’molni olib yigitning ustini yopdi. Bir zum yarador qoshida o’yga botib turdi-da, yana o’g’li jasadi o’ralgan choyshabni sudrab yo’lga tushdi. Bir necha qadam yurar-yurmas, yigitning tovushini eshitib, to’xtadi.
— Ena, deyapman!.. Ena, suv ber!..
Jang maydonining chetida uning aravasi turardi. Ho’kiz qo’shilgan aravani ona qo’shnisidan so’rab olgan edi. Ona bir amallab o’g’lining jasadini aravaga ortdi.
So’ng xivchin bilan ho’kizni haydagan bo’ldi-yu, qo’li qotib qoldi. U yana turkistonlik jangchini… o’g’liga o’xshab ketadigan yigitni ko’z o’ngiga keltirdi. Nihoyat, keskin burilib, ortiga qaytdi. Yigit hamon alahsirab yotar, hamon onasidan suv berishni o’tinardi. Ona junro’mol bilan yigitning yelkasini tang’ib bog’ladi, so’ng o’zi bilan olib kelgan qo’y terisini yerga yoyib yigitni unga sudrab olib o’tdi.
“Uyga olib borib, liboslarini almashtirish kerak! Bo’lmasa, qo’shnilar uni o’ldirib qo’yishlari turgan gap… Yarasi og’ir, ammo tangri marhamat qilsa, tirik qolishi mumkin. bechoraning onasi hozir nima qilayotgan ekan-a?” – o’ylardi to’lin oy yorug’ida qo’y terisi ustida yotgan yigitni sudrab borarkan.
Bir necha daqiqadan keyin birida hayot so’ngan, boshqasida hayot ilib turgan ikki jangchi tanasi ortilgan arava Qizilchako’y tomonga qarab yo’l oldi. Aravaga qo’shilgan ho’kizni dunyoning eng mahzun onasi yetaklab borardi.
Oy to’lin, tong yaqin, ona qayg’usi nihoyasiz edi…

(Tashriflar: umumiy 255, bugungi 1)

Izoh qoldiring